"Ağlatan hasretli gecelerden biri yine.. Şu gökyüzündeki milyonlarca yıldız kadar gözyaşım var her gün.."
Tam noktayı koyup, bir alt satıra geçecekti. Birden canı yazmak istemedi. Kalemi, artık son sayfalarına gelinen sırdaş günlüğünün tam ortasında bıraktı ve sert bir şekilde iki eliyle defteri kavrayıp kapattı. Çıkan sesten kendisi bile ürkmüştü. Rahatça ayağa kalkmak için sandalyeyi hafif geriye ittirdi, tam doğrulurken bu sefer de masaya gövdesini çarptı. Bir an düşecek gibi oldu, sendeledi.
"- N`oluyor bana yahu! Kan şekerim düştü galiba" diye geçirdi içinden, midesi de kazınmıştı hani.
Çocukluğundan siyah beyaz bir kare belirdi zihninde. Gecenin böylesi zamanlarında, karnı değil de eli acıkınca insanın, babası ile yedikleri yat zıbar kahvaltılıkları vardı..
Bir çay koymalı dedi içinden. Annesininkiler gibi de bir kahvaltı hazırlamalıydı. Erindi.. Üşendi.. Nedendir bilinmez, vazgeçti.. Aslında biliyordu..
Dünyanın en muhteşem sofrasını hazırlasa da; ne annesininkiler gibi lezzetli olacaktı, ne de o sofranın başında babası ile şakalaşıp, limonlu zeytinin yağına ekmeği bandırıp ağıza atılan lokmadaki tad olacaktı damakta..
Yüzünü buruşturdu.. Tekrar vazgeçti..
Yaşı gençti ama, bu düşük tansiyon mereti ile babasını kaybettiği yıllarda tanıştı. Bu kadar düşkünlüğün arasında, bir de tansiyonu düşse, ne çıkardı..
Bir yadigar görüp bu hastalığı, onunla barışık yaşamayı başarabiliyordu. Sık yiyordu, az yiyordu, hem bu sayede formunu da koruyordu.
Pencereden dışarı bakmaya koyuldu..
Soğuktu..
Karanlıktı..
Yıldızlar batmıştı..
Ve yağmur başlamıştı..
Yine yapayalnızdı..
- Yağmur yangınları.. dedi fısıltı ile..
- Açtıkları yaraları kim sarabilir ki?..
Bir mart akşamıydı... Tıpkı bu gece olduğu gibi damlalar vuruyordu yine cama... Her damlada ruhu çekiliyordu... Bir soğuyordu... Bir yanıyordu... Damlalar daha büyük düştükçe panikliyor, sıklaştıkça sağa sola koşuşturuyordu... Her damla; anılarında, çocukluğunda, henüz gençleşen ömründe velhasıl babasız geçecek geleceğinde büyük delikler açıyordu... Bir deliği kapatmaya çalışsa öbür taraf kanıyordu... Kanı durdurmaya çalıştıkça, oluk oluk acıyordu... Sonra yorgun düşüyordu... Nefes alamıyor, mahzunlaşıyordu...
O gece Azraildi yağmur... Babasını kucağına almış, bir bebek şefkatinde okşayıp her damlasında ruhunu kabz ediyordu... Alıp götürüyordu... Damla damla çalıyordu... Ve bu gidişe kimse "Dur" diyemiyordu...
Hani ölüm hep başkalarına gelirdi ya.. Hani hep sevdikleri sonsuza dek yaşayacaktı ya... İlk tanımlı gerçeği ve en hakikatlisini öğrendi ilk yağmur yangınında...
Kimbilir... Belki de, bu yüzden, hiç sevemedi yağmuru!.. Yağmurlu geceleri... Ve bir başka acıya uyanılacak sanılan yağmurlu sabahları...
İlk yağmur yangınıydı daha.. Ve yangında ilk kurtarılacaklarda usta olmayı öğrenmesi yıllarını alacaktı..
Yaslandığı pencerenin pervazına, pervasızca damlalar düşürdü..
- Ahhh... Yıldız sayısı çoğul geceler, nerdesiniz?..
Tekil hayatların acıları taşınmıyordu artık.. Şimdi yıldız düşürmek zamanıydı..
Yağmur hayatlara akarken... O hayatlarda "sevdiklerim"in yerleri giderek boşalırken... Herkes bir başkasının hayatında izleyici, kendi ömründe eğreti dururken... Yağmurun yaktığı yıldızlar kimin umurunda?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder